2 Haziran 2016 Perşembe

İhsan Barış Gedizlioğlu / TEV İnanç Türkeş Özel Lisesi / Kocaeli (DüşünYaz 3 Türkiye 1.si)


"Toplumdan mutlak olarak kopmuş birey her zaman bir yanılsamaydı. Bağımsızlık, özgürlük tutkusu, halden anlamak ve adalet duygusu gibi en beğendiğimiz insani özellikler bireysel olduğu kadar toplumsal özelliklerdir. Gelişmiş birey, gelişmiş bir toplumun ürünüdür. Bireyin kurtuluşu, toplumdan kurtuluş değil, toplumun atomlaşmadan kurtuluşudur – doruk noktasına kollektifleşme ve kitle kültürü dönemlerinde çıkabilen bir atomlaşma." Max Horkheimer , Akıl Tutulması, Metis Yay. S.150

Giriş
Politik felsefenin odak noktasına oturan üç ana aktör olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bunlar birey, toplum ve devlettir. Bu üç aktörün birbirleriyle ve kendi aralarında olan ilişkisini inceler politik felsefe ancak politik bilimlerden, örneğin, uluslararası ilişkilerden, toplumsal psikolojiden ya da siyaset biliminden, farklı olarak olan ve olagelmiş olanı değil ancak olması gerekeni inceler. Bu bağlamda normatif bir karaktere sahip olduğu söylenebilir politik felsefenin, tıpkı ana akım etik teorilerinde, Aristo’nun erdem etiği, Kant’ın ödev ahlakı ve Mill’in faydacı ahlakında olduğu gibi. Bu bağlamda etik ve politika arasında bir bağ kurmak genel itibariyle felsefe tarihinin bir çok noktasında karşımıza çıkan bir tutumdur. Bu tutumun ne denli haklı ya da haksız olduğu bu yazıda tartışılmayacaktır.
Bu yazıda Horkheimer’in kolektivizmi eleştirilecektir. Bu eleştiri başlıca politik aksiyomlara ve kimi noktalarda da etik teorilerine olabildiğinde az sayında varsayım ve kabulde bulunularak ele alınacaktır ve bireyci bir duruş gösterilecek. Sonuç olarak Horkheimer’ın ortaya attığı tezin güçlü ve güçsüz olduğu yanlar ortaya çıkarılacak ancak sonunda tezin incelemesi sonucunda savunulabilir olmadığı sonucuna varılacaktır. Ardından Locke'un doğal haklar teorisinden esinlenen pozitif bir tez ortaya konulacak be en özgür sistemin özellikleri gösterilecektir.

Politik Felsefenin Bazı Unsurları
Başlamak gerekirse öncelikle tezin neyi içerdiği ve neyi gözardı ettiği anlaşılmalıdır. Bahsettiğimiz üzere politik felsefe birey-toplum-devlet üçlüsü ekseninde hareket etmektedir; bu üçlü günlük yaşantıda da karşımıza çıkan ve bizi meşgul eden bir üçlüdür. Ne var ki Horkheimer birincil elden yalnızca toplum-birey ilişkisini ele almaktadır. Yine de isterseniz tüm bu tartışmaya geçmeden önce bireyi, toplumu ve devleti tanımlamaya çalışalım (hatırlatmak isterim ki bu tanımlar kesin tanımlar olmayacaktır yalnızca kimi güdülerimizi yakalayacak ve bize içerisinde hareket etme imkanı sunacak bir çerçeve verecektir).
Üçlü arasında tanımlaması en kolay olan belki de birey nosyonudur zira tanımı ahlak felsefesinden esinlenerek yapılabilmektedir. Kant’ın otonom öznelerini hatırlamak gerekir. Kant bir şeyin otonom, yani etik anlamda sorumlu olabilmesi için iki özellikten bahseder. Bu özelliklerden ilki özgürlük, ikincisi de rasyonelliktir. Rasyonellik başlı başına felsefe tarihi içerisinde dört ve kimi okumalarda daha fazla anlamda kullanılsa da sanırım bilgisayar biliminden ve ekonomiden ödünç alacağımız bir tanımla şöyle ifade edilebilir: Bir özne eğer ki verilen bir bilgi setiyle birlikte kendi çıkarlarını maksimize edebiliyorsa o özne rasyoneldir. Burada asıl vurgu verilmiş bilgi seti ve çıkarlardır. Detaya girmek istemesem de söylemeliyiz ki bir öznenin rasyonel olabilmek için belirli bir ölçüde bilgiye sahip olması ya da bilgi edinmek için yeterli işlevselliğe sahip olması gerekmektedir. Çıkarların da kısa ve uzun vadeli olarak ayrılabileceğine ve tanımda ikisinin birden kullanılıyor olduğuna dikkat çekmeliyiz.
Özgürlüğün tanımına gelecek olursak da sanırım 17. Yüzyıl metafizik libertaryenlerinin (örneğin, Hobbes) yaptıkları tanım artık genel kabul görür hale gelmiştir. Öyle ki özgürlük metafizik anlamda yapabiliyor olduğumuz şeylerin toplamıdır. Öyle ki kanatlanıp uçmak konusunda özgür değilken metafizik anlamda karşımda duran sizi öldürmek konusunda özgürüm.
Bu iki özellik birleşince karşımıza belirli bir bilgi setine sahip, değilse de bilgi edinecek bir işlevsellik seviyesinde olan ve aynı zamanda isteklerini gerçekleştirebilecek olan bir özne vardır karşımızda. İşte tam olarak da bu özneye otonom şey, ya da birey deriz. Bu tanım birkaç anlamda güzel ve felsefi anlamda bilgilendiri bir tanımdır. Öncelikle birey oluşu yalnızca insanlara atfetmez ve bir evrenselliği yakalar. İkinci olarak olabildiğince az sayıda parçadan oluştuğu için Ockham’ın Usturası’na olası diğer kompleks teorilere göre daha dayanıklıdır. Son olarak ve belki de en önemlisi günlük yaşantımızı başarıyla açıklar niteliktedir. Bu yüzden bireyi otonom özne olarak alacağız yazı boyunca.
Toplum ve devlet belki de bir noktada iç içe geçmiş ve bir o kadar da ayrı kavramlardır. Devletin bir işlevselliği olduğunu kabul etmek daha sağ duyulu bir yaklaşım olduğu için önce toplum-devlet kuramlarından Toplum Sözleşmesi’ni ele alacağız.
Hobbes, Locke ve Rousseau üçlüsünün geliştirdiği ve realist-liberal ekseninde gidip gelen toplum sözleşmesi kuramları başlıca bir status naturalis ya da doğal hal tanımlar. Hobbes doğal haldeki insanların içkin kötü olduğunu savunurken Locke içkin olarak iyi olduklarını savunur. Bundan yola çıkarak kuramcılar devletin ve toplumun inşasını gerektirecek bir durum oluştuğunu söylerler ve insanın doğasına dair yaptıkları çıkarımlarla bu durum sonucunda status civitatis yani sivil hal ya da medeni hale geçildiğini söylerler. Hobbes’un kötücül insanları sürekli olarak birbirlerine karşı bir savaş halinde olduklarından Hobbes’un realist devleti ve toplumu insanların özgürlüklerinden feda etmeleri sonucunda gerçekleşir. Bir diğer deyişle realist Toplum Sözleşmesi kuramı devletin insanların hırslarının yaşamlarına verdikleri değerden daha güçsüz kalması sonucunda bazı özgürlüklerinden feda etmeleri ve bu özgürlüklerini bir egemen güce terk etmelerinden oluştuğu sonucuna varır. Öyle ki realist kuramda medeni hale geçmiş bireyler birbirlerini öldürmezler ve birbirlerinin mallarına el koymazlar. Bu özgürlükler katı bir şekilde Egemen’in inisiyatifine bırakılmıştır ve Egemen artık bir birey değil insanın yasalarının uygulayıcısıdır. Liberal yaklaşımsa toplumun insanlar arasındaki bir savaşa son vermek için değil ancak karşılıklı uzlaşı sonucunda kurulduğunu ifade eder. Burada insanlar içkin olarak iyi oldukları için karşılıklı yardımlaşmaya ve kooperasyona başvurmaktadırlar. Sonucunda da toplum ortaya çıkar. Bu iki ucun da hemfikir olduğu nokta toplumun bireylerin bir bağla bağlanması sonucunda kurulduğunu ve bu bağın motivasyonu ne olursa olsun bir anlamda bireyin özgürlüklerini kısıtlayıcı bir karakteri olduğudur.
Toplum Sözleşmesi kuramları bu bağlamda devletin ve toplumun kuruluşunu aynı anda ele alırlar. Doğal halden medeni hale geçiş aynı anda devletin ve toplumun kurulmasıdır ve bu bağlamda birbirlerinden ayrılması zor iki kavramdır devlet ve toplum. Bir diğer yandan da 1960’larda ilgi çekmeye başlamış antropoloji teorileri vardır. Bunlar devletin toplumdan ayrı olduğunu ve toplumun devlet olmadan da yaşayabileceğini savunurlar. Ne var ki en azından felsefi literatür içinde hatırlanması gereken bir diğer nokta da devlet ve hükumetin birbirlerinden ayrılmasıdır. Locke ve Hobbes’un kuramlarında elle tutulur bir hükumet yoktur ancak kavramsal bir devlet vardır. Bu tanımlardan ötürü hükumetin bir güç sahibi kişi ya da kişiler olduğunu devletinse kavramsal bir yapılanma olduğunu söylemek sanırım hatalı olmayacaktır. Sonuç olarak toplumun tanımı için Toplum Sözleşmesi kuramcılarının yaptıkları tanımlar kabul edilecektir. Ki bu tanımlar diğerlerine göre yine bazı avantajlara sahiptir. Toplum Sözleşmesi kompleks bir kuram olsa da günlük hayatı açıklar niteliktedir. Ayrıca evrenseldir ve herhangi bir toplumun dinamiklerine uygulanabilir niteliktedir.

Horkheimer’ın Tezinin İncelenmesi
Sanırım bu tartışmaların ışığında Horkheimer’ın tezi de biraz daha anlamlı hale gelmektedir zira toplum ve birey arasında bireyin özgürlükleri üzerinden oluşan bir güç ilişkisini incelemek mümkün olacaktır. Bu inceleme tam da Horkheimer’ın tezini odağıdır.
Horkheimer başlıca üç iddiada bulunmaktadır. Bu iddiaları tek tek inceleyelim. Öncelikle bağımsızlık, özgürlük tutkusu ve adalet gibi özelliklerin bireysel olduğu kadar toplumsal özellikler olduğunu iddia eder Horkheimer. Sanıyorum ki bu iddiayı derinlemesine tartışmamıza gerek yoktur. Felsefe tarihi boyunca Hobbes, Locke, Rousseau gibi isimler bize bağımsızlık ve özgürlüğün bireysel, toplumsal ve siyasal düzlemlerde kendini gösterdiğini ve birini diğerinden soyutlamanın çok da mümkün olmadığını göstermektedir. Çağdaş politik filozoflardan Rawls da benzer şekilde adaleti ele almaktadır ve sonuç olarak politik liberalizm ve adalet teorisini ortaya koymuştur. Bu iki teori de temeline bireysel, toplumsal ve siyasal dinamikleri almaktadır. Sağ duyu uyarınca ve süre kısıtlaması da hatırlanınca sanırım bu iddianın doğru olduğunu kabul ediyor olacağız.
Horkheimer’ın ikinci iddiası gelişmiş bireyin gelişmiş bir toplumun ürünü olduğudur. Sanırım bunu bir anlamda antik Yunan paradokslarına benzetmek mümkündür: Tavuk mu yumurtadan çıkar; yumurta mı tavuktan? Aslında birey ve toplum arasındaki bu tartışma Carr’ın Tarih Nedir’inde de görülebilir. Carr tarihi bir bilim olarak savunurken bireyin ve toplumun eşit derecede önemli olduğu ancak toplumu bireylerin oluşturduğu kadar toplumun da bireylere yön verdiği sonucuna varmıştır. Bu tek başına yeterli bir sonuç değildir ve belki de bir modelleme yapmamız gerekmektedir.
Toplum Sözleşmesi kuramlarında da olduğu gibi doğal hale geri dönelim. Burada dikkatimizi çekmesi gereken kimi birkaç unsur vardır. İlk olarak birbirleriyle hiçbir değerler bütünü paylaşmayan bireyler vardır. Tüm bireylerin birincil amacıysa biyolojik zorunluluklardan ötürü hayatta kalmak, üremek, huzurlu olmak vb. şeylerdir. İkinci olarak bu bireyler belirli bir coğrafi alanı paylaştıkları için bir toplulukturlar ancak belirli bir değerleri paylaşmadıkları için toplum değildirler. Carr da toplumu belirli bir coğrafyayı ve değerleri paylaşan bireyler bütünü olarak tanımlamaktadır, sanırım onun tanımı da bizimkinden çok ayrı sayılmaz. Üçüncü olarak doğal haldeki bireyler sınırsız arzuya ve kısıtlı kaynaklara sahiptirler. Bunu ekonominin temel aksiyomu olarak ele alabiliriz: Kıt Kaynaklar yasası. Hobbes’un doğal halinde, Locke’unkinin aksine bu kıt kaynaklar sürekli olarak diğerleri tarafından da saldırıya uğruyor olduğundan bir bireyin tek başına bir şeyi başarıyor ya da kendini bir şekilde huzurda hissediyor olması mümkün değildir. Sonuç olarak bireylerin diğerlerine ihtiyaçları vardır.
Bu üç nokta bizim için toplumun oluşmadığı andaki özelliklerdir. Ne var ki bu durum toplumun kurulmasıyla birlikte değişecektir. Toplum kurulduğunda bireyler artık belirli bir değerler bütününü paylaşır hale geleceklerdir. Bu değerler liberal teoride doğal haklarken realist teoride Egemen’in koyduğu yasalardır. Ne var ki ikisi de normatif bir karakter taşıdığından ikisini de değer olarak ele almak sanırım hatalı olmaz. İkinci olarak bu bireyler artık bir toplum olacaklardır ve üçüncü olarak yadımlaşma ve organizasyon sayesinde bireyin tek başına yapamayacağı şeyleri yapabilir hale geleceklerdir. Medeni hale geçişle birlikte aslında Horkherimer’ın vurgu yaptığı iki özellik de ortaya çıkmaktadır: gelişmiş toplum ve toplum-birey arasındaki ilişki.
Bu durumda birincil elden toplumu şekillendiren şeyin bireyler olduğunu söylemek mümkündür ancak hatırlanmalıdır ki toplum statik değil dinamik bir oluşumdur. Bireyler zaman içinde toplumun daha önce benimsemedikleri kimi değerlerini benimsemeye başlayacaktır ve bu durumda da toplumun birey üzerindeki etkisi görülür olacaktır. Bir diğer yandan da bireylerin değerleri değiştikçe de toplumsal değerlerin de değiştiği söylenebilir. Aslında iki teori için de örnek göstermek mümkün olacaktır. Bunun en güzel örnekleri Avrupayı kasıp kavuran Katolik-Protestan savaşlarıdır. Kimi durumlarda toplumsal değerler ya da normlar Katolik olduğu için bireyler baskıyla yüzleşecek kimi durumlarda da bireylerin azımsanamayacak bir çoğunluğu Protestan olduğu için toplumsal değerler ya da normlar değişecektir. Sonuç olarak toplum bir kez kurulduktan sonra birey onu değiştirecek ve toplum da bireyi etkileyecektir.
Bu durumda medeni hali kendi içinde inceliyor olmak bize felsefi anlamda hiçbir bilgi sunmaz. Bunun yerine toplumun kuruluşunu, yani doğal halden medeni hale geçişi incelemek daha önemli olacaktır. Öyleyse, toplumu birincil elden oluşturanın bireyler olduğu sonucuna varmak da son derece kolay olacaktır. Hali hazırda basit bir akıl yürütmeyle de önceden var olanın sonra ortaya çıkmış olanı etkilemesinin daha kolay olduğu açıktır. Yani, bir diğer deyişle toplum-birey ilişkisi tavuk-yumurta ilişkisinden farklıdır, zira yumurtadan önce var olan bir tavuk bulamazken toplumdan önce bireyler vardır.
Öyleyse ikinci iddianın kısmen hatalı ya da değiştirilmesi gerektiği sonucuna varabiliriz. Ne var ki bir de gelişmişlik iddiasına göz atalım. Horkheimer gelişmiş toplumun gelişmiş bireye yol açacağını savunur. Bu bir anlamda optimist ya da liberal denebilecek bir sav olsa da kimi başlıca hataları vardır. Öncelikle yukarıdaki modelde de gösterdiğimiz gibi bireyin toplumu oluşturmuş olduğu savı diğerine göre daha güçlüdür. İkincil olarak yukarıdaki modelde de gördüğümüz gibi gelişmişlik toplumsal olarak sağlansa da bunun altında yatan temel sebep yine bireylerdir. Öyle ki bireylerin yetenekleri ve ustalıkları gelişmişliği sağlamaktadır, bir birey belirli bir şeyi kıt kaynaklar yüzünden yapamazken bu durum organize bir toplumda kolaylıkla mümkündür. Bir diğer deyişle Horkheimer’ın ikinci iddiası kısmen değil tümüyle hatalıdır ve kesinlikle değiştirilmesi gerekmektedir.
Son iddiaysa bireyin kurtuluşuyla alakalıdır. Horkheimer bireyin kurtuluşunun ancak kollektifleşmeyle sağlanabileceğini savunur. Bu sav bizce başlı başına problemlidir. Hadi bunun sorunlarını gösterelim!
Öncelikle kolektifleşme nedir sorusuyla başlamak yerinde olacaktır. Bunu anlamak içinse basit bir ekonomik ön bilgi gerekmektedir. Üretim araçları dört ana başlıkta sınıflamaktadır: Rant, emek, kapital ve teşebbüs. Rant dediğimiz durum toprağa ya da toprak sahibine verilen değerdir. Örneğin bir fabrikanın kurulması için belirli bir araziye ihtiyaç duyulur ve bu arazinin bedeli de ranttır. Emek, üretimi yapacak olan işçinin bedelidir ve yevmiye ya da maaş cinsinden şekillenir. Kapital bu girişimi finanse eden şeydir ve karşılığında kar payı alır. Son olarak teşebbüs tüm bunları bir araya getiren ve ciro elde edendir. Marks değil ancak Marksistler genel anlamda ekonomik ilişkileri kapital-emek çatışmasına indirgemektedirler. Bu sırada kapital ve teşebbüsü bir arada ele almakta ve rantı gözardı etmektedirler. Bunun ekonomik anlamda bir sorunsal teşkil ettiği vurgulansa da sonuç olarak ortada bir teori vardır ve bu teori değerlendirilmelidir.
Marksistler emek ve kapital arasındaki ilişkiyi üretim araçlarına sahip olmak ve kar etmek üzerinden eleştirirler. Bu eleştirilerden ilki işin çoğunu işçi yapıyor olsa da karın çoğunu kapitalin kazanıyor olmasıdır. Bu sistemin adil bir sistem olmadığını iddia ederler. İkinci olarak kapitalin üretim araçlarına sahip olması adaletsiz olarak ele alınır ve yine üretimin çoğunu gerçekleştiren işçinin sahip olması gerektiği vurgulanır. Modern kapitalizm içerisinde Marks’ın tanımı gereği üretim araçlarına sahip olanlara burjuva ve sahip olmayanlara proletarya denir. Bu tanım sanırım yerinde bir tanımdır ve günümüz ekonomik sisteminin başlangıcını açıklar niteliktedir. 19. Yüzyıldan beri çok şey değişmiş olsa da bütün öykünün başlangıcı budur.
Öyleyse kolektifleşme nerededir? Katı kolektifleşme belki de üç aşamada incelenebilir. Öncelikle kar adı verilen sistem ortadan kalkacaktır. Ardından kapitalist ortadan kaldırılacaktır. Sebebi üretim sürecine dahil olmayan birinin bundan kar elde etmesinin adaletsiz olmasıdır. Son olarak, üretim araçları ve üretilen ürünler tümüyle topluma ait olacaktır. İşte tam olarak bu noktada sosyalizm ve komünizm arasındaki ekonomik farklılık devreye girer. Sosyalizm eşit işe eşit ürünü savunurken komünizm mutlak bir eşitliği savunur. Bu yazıda Marks’ın bilimsel bir teori olan tarihsel diyalektiği değil ancak Marksistlerin ve özellikle post-Marksistlerin Marks’ın bilimsel tezini yorumlayışları eleştirecektir. Zira Marks bu süreci bilimsel bir öngörüyle ortaya koyarken, yani toplum dinamiklerini ifade ederken Marksistler bir ideal sistem ya da ütopya gibi yorumlamaktadırlar ki çoğu zaman Marks’ın komünizminin bir ütopya ya da bir ideal sistem olarak hatalı bir şekilde yorumlanmasının sebebi budur.
Marksistlerin kolektifleşme sürecini bir ideal sistem olarak ele almaları en basit haliyle Horkheimer’ın özgürlük üzerine söylemleriyle çelişir niteliktedir. Bunun için özgürlüğün limitini anlamamız gerekmektedir. Bunun için de incelememiz gereken şey hangi durumdaki bireyin en özgür ve hangi bireyin en az özgür olduğudur. Bu incelemeye kesin bir cevap vermemiz mümkün olmasa da sanırım kolektifleşmiş toplumdaki bireyi inceleyeceğiz. Bunun içinse bir düşünce deneyi kurguluyor olacağız.
Farz edelim ki katı anlamda kolektifleşmiş bir toplumun içerisindeyiz, yani üretim araçları herkes tarafından ortaklaşa kullanılıyor, özel mülkiyet diye bir kavrama sahip değiliz ve toplumun tüm üyeleri üretime katılıyor. Şimdi farz edelim ki ben üretime katılmak konusunda isteksizim ve bunun yerine tüm gün uyuklamak, doğayı seyretmek ve 18. Yüzyıl romantik ideallerine kapılmak istiyorum. Bu durumda sosyalist sistem bana ürün vermeyeceğini söylüyor çünkü eşit işe eşit ürün prensibi hakim. Bu durumda iki olası sonuç bizi bekliyor. Ya güç kullanacak olan bir devlet modeli, tıpkı Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi ya da beni toplumsal hayattan dışlayacak bir iç dinamik. Ki her iki koşulda da özgürlüklerimin kısıtlandığı açıktır. Komünist bir sistemse kimi okumalarda bana tembellik hakkını sunsa da bu hak uzun vadeli bir verimsizliğe ve hatta sistemin çöküşüne yol açar hale geliyor. Öyle ki emek harcamadan ürün alabilmek varken hiçbir rasyonel özne emek harcamayı tercih etmeyecektir. Bununla birlikte de kollektifleşmiş sistemin kimsenin çalışmayacağı bir sisteme dönüşmesi kaçınılmaz olur. Bu durumda yine iki sonuç bizi bekliyor, ya güç kullanacak bir devlet modeli ki komünizm tanımsal olarak devletsiz bir sistem olma iddiasında ya da bu sorunu kendi iç dinamikleriyle çözecek bir toplum yapısı. Sanırım bu toplum yapısı da benim özgürlüğümü kısıtlayacaktır, bu yüzden kollektikleşmiş toplum her durumda bireyin özgürlüklerini kısıtlar nitelikte olduğu sonucuna varabiliriz.
Bu düşünce deneyine karşı sanırım başlıca bazı eleştiriler olabilir. Bunlardan ilki çalışmadan kazanma güdüsünün modern kapitalist toplumun bir dayatması ya da sonucu olduğudur. Bu eleştiriyi savunanlar kollektifleşmiş bir toplumda herkesin üretime katılmak isteyeceğini ve katılacağını savunurlar, zira kapitalist toplum çökünce bu gibi güdüler de yok olacaktır. Sanırım bu akıl yürütmedeki hatayı anlamak için iki şeye dikkat etmeliyiz. İlki yukarıdaki düşünce deneyinde yalnızca bir olasılık dile getirilmektedir. Yani söylenen şey kesinkes birilerinin bu davranışı gerçekleştireceği değil ancak bu güdünün olası olduğudur. Bu bağlamda yukarıdaki deney insan doğası üzerine hiçbir varsayımda bulunmaz, bilakis kollektifleşmeyi savunanların insan doğası hakkındaki kabullerini sorgular. Bununla bağlantılı olarak cevap anlamında denebilir ki nasıl modern kapitalist toplumlarda kollektifleşme ya da soyluluk gibi farklı fikirlerin savunulduğunu görüyorsak bu durumda kollektifleşmiş bir toplumda da çıkarcılık gibi kapitalist bir fikrin görülmesinin olası olduğunu söyleyebiliriz. İkinci bir nokta olarak da bu biçimde fikirsel anlamda kısıtlayıcı bir toplumun zaten özgürlükten yoksun olmasıdır. Kısıtlama güçle ya da yasayla olmuyorsa ortada kısıtlama yoktur denmesi hatalıdır. Bilişsel olarak da özgürlükler kısıtlanabilir ki bu eleştiri bilişsel bir kısıtlamayı içerir.
Yapılabilecek diğer eleştiriler kollektifleşmiş bir sistemin bireyin çıkarlarını arttıracağı ya da günümüz toplumunun da eşit derecede kısıtlayıcı olduğu üzerine olabilir ki bunlar kesinlikle bir şey ifade etmez! Zira yukarıdaki düşünce deneyinin temel amacı kollektifleşmiş bir toplumun özgürlükleri kısıtladığını göstermektir; günümüz kapitalist toplumunun aşırı özgürlükçü olduğu (ki bunu savunuyor da değiliz) ya da kollektifleşmiş toplumun insanların çıkarlarını savunmadığını göstermek değil. Bu noktada kollektifleşmiş toplumun özgürlüğü garantilediğini ya da yukarıdaki düşünce deneyinin hatalı olduğunu kanıtlamayan tüm diğer eleştiriler de yersiz olacaktır.
Öyleyse kollektifleşmenin bireyin kurtuluşunu getirmediği yani Horkheimer’ın son iddiasının da ikincisi gibi hatalı olduğu sonucuna varabiliriz. Sanırım artık Horkheimer’a negatif argümanlarımızın da sonu bu olacaktır. Şimdi amacımız pozitif bir tez sunmak olmalıdır.

En Özgür Sistem
Tezimizin birincil amacı özgürlükleri garantiliyor olmasıdır. Bu bağlamda sürdürülebilirlik, genel faydanın gözetilmesi ya da benzeri sorunlar ilgimizin dışında olacaktır. Sonuç olarak varmaya çalıştığımız şey bir anlamda olası en özgür sistemin hangisi olduğunu bulmak olmalıdır. Bunun için Locke’un doğal haklar teorisini bir kez daha gözden geçirmenin yerinde olacağına inanıyorum. Locke doğal hakları tanımlarken kimsenin reddedemeyeceği ve herkesin içten içe bildiği ve savunduğu şeyler olduğunu ifade etmektedir. Bu tanımla ilgili ilk sorun aşırı geniş ve netlikten yoksun olmasıdır. Bu tanımı bir anlamda netleştirmek için özel mülk kavramına bakıyor olmamız gerekir.
Özel mülk klasik liberal ve realist politik felsefesinde sahip olunabilecek şeyler olarak ele alınır: arsa, ev, mal vs. Bu tanım son derece sağ duyulu olsa da sanıyorum ki eksik kalan ve genişletilebilecek bir tanımdır. Bu durumda sorulması gereken ilk soru bireyin nelere sahip olabileceğidir. Şu anki amacımız Locke’un doğal haklar teorisini özel mülkiyete indirgemektir. Öyle ki birey hayatına sahiptir. Birey vücuduna sahiptir. Birey mallarına sahiptir. Birey düşüncelerine sahiptir. Birey ilişkilerine sahiptir. Birey gelecekle ilgili planlarına ve hayallerine sahiptir. Birey ismine sahiptir. Birey toplumsal kişiliğine sahiptir... Tüm bunların ortak yanı sahip olmaktır ve özel mülkün de temeli budur. Temel olarak bunları dört başlıkta ele alabileceğimize inanıyoruz: Yaşama hakkı, mülkiyet hakkı, düşünce hakkı ve toplumsallık hakkı.
Yaşama hakkı temel itibariyle kollektifleşmiş sistemlerde de kabul edilmektedir, tıpkı sosyalleşme hakkı gibi; bu yüzden bu ikisine odaklanmıyor olacağız. Sunduğumuz pozitif teoride de birincil bir hak olarak ele alınabilir. Herkes kendi yaşamı üzerinde kesin bir hakka sahiptir. İkincil olarak herkes aynı zamanda mülk edinme hakkına sahiptir ki bu bir kalemden bir kaleye kadar geniş bir yelpazedir. Üçüncü olarak herkes düşünme hakkına ve düşündükleri için atıfta bulunulma hakkına sahiptir. Son olarak herkes sosyal anlamda kendini var etme hakkına sahiptir. Sanıyorum ki ilki hariç diğer üç doğal mülkiyet hakkı kollektifleşmiş sistemlerde problematik bir durumdadır. Örneğin kollektifleşmiş bir toplumda üretim araçlarının bireyler arasında ortak mı olduğu yoksa kimse tarafından mülk edinilmediği mi geçerli tutumdur? Eğer ilkiyse birey için bir mülkiyet tanımlanmıştır ve bu kollektifleşmenin doğasına aykırıdır. Eğer ikinci okumaysa bu durumda kollektifleşme mülkiyeti reddetmektedir. Ne var ki mülkiyetten anladığımız şey belki de böyle söylenegeldiği için mal üzerinedir. Bizde mülk yalnızca kalem, buğday, sandalye, altın gibi şeyler değil aynı zamanda bireyin bedenidir de! Birey bedeni üzerinde kesin bir mülkiyete sahiptir ve onunla ilgili istediği her şeyi yapabilir. Bu belki de kürtaj gibi ahlak felsefesinin uygulama alanlarındaki tartışmaların cevabı olarak ele alınabilir. Birey isterse bebeğini aldırabilir, isterse vücudunu satabilir ve isterse vücudunu yok edebilir ve bu konuda, bireyden başka kimsenin söz hakkı yoktur. Bedenin bir müliyet olarak ele alınması alışılmamış gelebilir ancak burada sorulması gereken soru bedenin bir kıyafetten ne farkı olduğudur. İnsanlar kıyafetlerini ya da evlerini kiralarken bedenlerini de kiralayabilirler. Benzer şekilde üçüncü mülkiyet de yani düşünce hakkı da kollektifleşmiş sistemler için problemlidir. Farz edelim ki bir şiir yazdım ve herkesin ömrü boyunca anlatmak istediği ama kelimelere dökemediği bir duyguyu anlattım. Bu durumda yazdığım şiir üzerinde hak iddia etmem çok doğal olacaktır. Hatta bu şiiri kullananlardan emeğimin karşılığını talep etmem de! Öyleyse fikirsel ürünler de tıpkı maddi ürünler gibi mülkiyet altındadır. Benzer bir şekilde düşünceleri ifade hakkı da kollektifleşmiş sistemlerde problem olabilir. Yukarıdaki düşünce deneyinde tembellik hakkını savunmak toplumsal ya da siyasal bir hamleyle bastırılmıştır. Ancak bu da bir özel mülkiyettir: Fikirlerin paylaşılması. Öyleyse en özgür sistemde bireyler yaşamları, bedenleri, malları, fikirleri ve sosyal yaşantıları üzerine söz sahibi olan tek şeylerdir. Tüm bu hakların garantörü olmak dışında başka bir işe girişen devlet ve toplumsa kesinkes baskıcı ve özgürlükleri kısıtlayan bir sistemdir.
Sonuç olarak Locke’un doğal hakları özel mülkiyetle özetlenebilir. Ne var ki özel mülkiyet Locke’un tanımından farklı olarak, yaşamı, bedeni, fikirleri ve sosyal ilişkileri de içerir boyuttadır. Bu bağlamda en özgür bireyin bahsedilen aşırı libertaryen bir sistemde yaşayan birey olduğunu söylemek hatalı olmaz. Yine de hatırlatmak isteriz ki bu sistemin refah getireceği hatta sürdürülebilir olup olmadığı bile ilgi alanımızın dışındadır. En özgür sistem Horkheimer’ın iddia ettiği gibi kollektifleşmiş değil, aksine son derece bireyselleşmiş ve toplum ve devlet baskısından arınmış bir sistemdir.

Sonuç
Bu yazıda üç ana tartışma ele alınmıştır. Öncelikle politik felsefenin üstünde döndüğü üç kavram olan birey-toplum-devlet üçlüsü incelenmiş, tanımlanmış tanımlara eleştiriler sunulmuştur. Öncelikle birey kavramı Kant’ın otonom öznesiyle özdeşleştirilmiş ve özgürlükle rasyonellik vurgusu yapılmıştır. Bu sırada özgürlük için metafizik bir tanımla rasyonellik için modern bir tanım verilmiştir. Özgürlük yapabilecek olduğumuz şeyler olarak tanımlanırken rasyonellik belirli bir bilgi setiyle çıkarları maksimize etmek olarak ele alınmıştır. Ardından toplum ve devlet tanımlanırken Toplum Sözleşmesi kuramları ele alınmıştır. Bu sırada toplum bireyin özgürlüklerini bireylerin birlikte yaşamaları için kısıtladıkları oluşum olarak tanımlanmış ve devlet ve toplumun oluşmasındaki bağ vurgulanmıştır. Tüm tanımların evrensel oldukları yani insan özelinde değil tüm zeki yaratıklar için geçerli oldukları ve günlük hayata uygunlukla basitlik ilkelerini sağladıkları vurgulanmıştır. Bu kavramsal tartışma sonraki bölümlere de bir nevi çerçeve görevi görmüştür.
İkinci kısımda Horkheimer’ın tezi üç iddiaya ayrılmış ve iddialar teker teker eleştirilmiştir. İlk iddia olan özgürlük, adalet gibi kavramların bireysel ve toplumsal kavramlar oldukları savı tartışılmadan, sağ duyulu olduğu için kabul edilmiştir. İkinci iddia, toplum ve bireyin birbirlerini yaratması üzerine saptanmış ve gelişmişlikle ilişkilendirilmiştir. Bu sırada Toplum Sözleşmesi kuramcıları ve İngiliz tarihçi Carr’ın toplum üzerine olan tezleri göz önüne alınarak bir modelleme geliştirilmiştir. Bu modellemenin sonucunda bireyin toplumu oluşturur nitelikte olduğu sonucuna varılmıştır. Artından da gelişmişlik tartışmasına dönülmüş ve doğal hal ve medeni hal arasındaki farklar göz önünde bulundurularak gelişmişliğin toplumsaldan çok bireysel bir süreç sonucu olduğu fikrine varılmıştır. Son olarak Horkheimer’ın kollektifleşmenin bireyi özgürleştirdiği iddiası ele alınmıştır. Marks ve Marksistlerin tezlerini de karşılaştırılmasından sonra kollektifleşmiş toplumların özgürlükleri kısıtlar nitelikte olduğu sonucuna varılmıştır. Bu sırada bir düşünce deneyi sunulmuş ve olası eleştiriler değerlendirilmiştir. Ardından tezin hatalı olduğu sonucuna varılmıştır.
Son kısımdaysa en özgür sistemin nasıl bir sistem olacağı sorusuna geçilmiş ve pozitif bir teori sunulmuştur. Bu teori Locke’un doğal haklar teorisinin genişletilmiş bir halidir ve temeline özel mülkiyeti almaktadır. Özel mülkiyet tanımı yalnızca metalardan çıkarılmış ve yaşam, beden, düşünce ve toplumsallık alanlarına da genişletilmiştir. Bu sayede Locke’un doğal hakları özel mülkiyete indirgenmiş ve aynı zamanda en özgür sistem kabaca tanımlanmıştır. Varılan sonuçsa toplumun ve devletin bu doğal hakların ya da özel mülkiyetin garantörlüğünü yaptığı ve başka hiçbir şeye dokunmadığı aşırı libertaryen bir sistem olarak öne sürülmüştür. Ne var ki sürdürülebilirlik ya da refah gibi tartışmalar, Horkheimer’ın özgürlük vurgusu sebebiyle göz ardı edilmiştir. Q.E.D.





Hiç yorum yok: