8 Mart 2008 Cumartesi

DİSTOPYALAR BİZİ ARTIK KORKUTMUYOR !


Düşünen insanlar, içinde yaşadıkları toplumdaki olumsuzluklardan duydukları rahatsızlıklar nedeniyle, iki farklı türde eser üretmişlerdir: Birincisi, nasıl gerçekleşeceği bilinmese de, hiçbir olumsuzluğun olmadığı, olabilecek en mükemmel toplumu anlatan, ideal bir toplumsal düzen kurgusu; ikincisi ise, mevcut olumsuzlukları aratacak kadar kötü, olabileceklerin en kötüsü olarak düşünülen bir toplumsal düzen kurgusu. Bunların birincisine yok ülke anlamında “ütopya”, ikincisine ise, ters ütopya, karşı ütopya anlamında “distopya”, zaman zaman da korku ütopyası denir.
Hem ütopyalar hem de distopyalar mevcut toplumsal sorunlardan kaynaklanırlar ve aslında her ikisi de insanın ideal toplum arayışının bir parçasıdırlar. Ütopyalar , gerçekleşme olasılığı olmasa bile, bize, başka bir yaşamın, daha iyi bir yaşamın olabileceğini düşündürürler ve bu anlamlarıyla var olan toplumsal yaşama yönelik sert bir eleştiridirler; yazıldıkları dönemlerde iktidarları rahatsız etmiş olmalarının nedeni budur. Distopyaların ise, gelecekte bizi bekleyen kötülüklere dikkatimizi çekmek ve bir anlamda bizleri uyarmak gibi bir işlevi vardır. Distopyalar da, içinde yaşanılan topluma karşı bir eleştiridir, önlem alınmazsa toplumun hangi felaketlere doğru sürüklenebileceğinin altının çizilmesidir. Distopyaların, daha kötü yaşam olasılıklarını göstererek bizleri korkutmak ve var olan olumsuz koşullarla barışmamızı; “oh be yine biz iyiyiz, buna da şükür” dememizi sağlamak gibi bir işlevlerinin olduğu söylenebilir. Felaket filmleri ve romanlarının, iktidarlarını “korku” ile perçimleyenler tarafından, ortama sık sık taze “korku”lar salmak için kullanılması bu tezi desteklemektedir.
İkinci Dünya Savaşı ve onu izleyen soğuk savaş yıllarında kaleme alınan önemli distopya örneklerine baktığımızda bu eserlerde ele alınan ve insanlık için temel birer tehlike olarak gösterilen bazı özelliklerin, günümüz koşullarında çok farklı bir anlama büründüklerini, bazı distopya ögelerinin ise gündelik yaşantımızın vazgeçilmez bir parçası olduklarını görmek şaşırtıcıdır. Bu distopyalara bakınca, insan ister istemez; “korkulacak bir şey yok muymuş aslında” diye düşünmekten kendini alamıyor.
Örnek alacağımız bu distopyaların ilki, Aldous Huxley’in 1950 de yazdığı “Cesur Yeni Dünya “ adlı romanıdır. Romanda insanlar birer üretim nesnesidirler. Onlar, kuluçka merkezlerinde üretilirler ve asıl önemlisi üretilmeden önce genleriyle oynanabildiği için cinsiyet, zeka, görünüm bakımından nasıl olacakları önceden belirlenirler. Huxley’in dünyası bugün, o kadar da uzağımızda sayılmaz. Genetik ve klonlama çalışmalarında gelinen noktayı düşünürsek, insanlığın bu noktada, birer can simidi gibi sarıldığı, “etik kurullar ve yasaklamaların” gerekçeleri anlaşılabilir. Cesur Yeni Dünya’nın, “üretilmiş” insanları sürekli “mutluluk hapları” içerler ve uykuları sırasında şartlandırılırlar. Günümüzde her gün artan miktarlarda kimyasalların yaşantımıza girdiğini kimse raddedemez öte yandan her tür şartlandırma için illa da uykuda olmanın gerekmediğini, bu işin uyanıkken, hem de daha etkili yapılabildiğini biliyoruz.
Bir diğer ütopya, ünlü Fransız yönetmen François Truffaut tarafından filmi de çekilen Ray Bradbury’nin “Fahrenheit 451” adlı romanı. Bu distopyada anlatılan geleceğin “ilerlemiş” toplumunda, dev ekranlı duvar televizyonları ve aptal televizyon programları bizim için çok çarpıcıdır. 1951 yılında yazılan romanda, yazarın dikkatimizi çekmeye çalıştığı tehlikeler bugün aslında yaşantımızın vazgeçilmez birer parçası durumundadır. Televizyon kanalları çoğaldı önce, bu iyiydi fakat çoğaldıkça aynılaştı, sonra evlerimizdeki televizyon sayısını artırdık, mutfağa da istedik, yatak odasına da…tek televizyonlu ev kalmadı neredeyse. Şimdi ise dev ekranlı duvar televizyonları hızla çoğalıyor. Programların kalitesi ise Fahrenheit’taki düzeyin aynısı. Romanda vurgulanan kitapların itfaiye örgütü tarafından yakılarak yok edilmesi ise, bu konudaki istekliliklerini dile getirmekten çekinmeyen yöneticilere rağmen henüz gerçekleşmedi. Belki yakılmıyor ama kitabın giderek hayatımızdan çıkmakta olduğunu söylemek çok zor olmasa gerek.
George Orwel’in “1984” adlı romanında insanlığın en büyük kabusu olarak anlatılan “büyük abi” tarafından gözetlenme konusu, bugün artık kimseyi rahatsız etmemektedir. Neredeyse bütün yaşam alanlarımıza yerleştirilen kameralarla zaten sürekli olarak gözetlenmekteyiz. Üstelik, ellerimizdeki video kameralar, fotoğraf makinalarıyla biz de sürekli gözetleme halindeyiz. Hiçbir şeyi kaçırmak istemiyoruz, her görüntüyü her anı çoğaltıp yaymak istiyoruz. Çoğalttıkça tüketiyoruz, anlam kayboluyor, dönüp bakmaz oluyoruz.
Hayatımız özel ve saklanması gerektiğini düşündüğümüz alanları vardı ve bu alanlara girilmesi, gözetlenmesi bizi rahatsız ederdi. Şimdi ise durum çok farklı: ya biz saklanacak bir şeyimizin olmadığına karar verdik “Bakın canım, özel ne var ki? Zaten hepimiz aynı şeyleri sevip, aynı yerlerden alışveriş edip aynı şeyleri yiyip içmiyor muyuz, aynı şeyleri düşünmüyor muyuz? Buyrun bakın!” diyoruz, ya da, günümüz dünyasının bize sunduğu çok kısa bir süre için bile olsa bir yıldız gibi parlama şansını kullanmak, farkedilmek istiyoruz, “bana da bakın” diyoruz, bırakın saklanmayı , görünmek için çırpınıyoruz. “Facebook çılgınlığı” denen şey biraz kendi kendimizi soymak değil mi? “ işte ben buradayım, fotoğraflarımla, arkadaşlarımla, katıldığım guruplarımla, işte çırılçıplak karşınızdayım, kime ne yazdığım, nerede olduğum, ne yaptığım, hepsi burada…”
Yevgeni Zamyatin’in “Biz” adlı distopyası ise az bilinir olmasına rağmen aslında söz konusu distopyaların en eskisidir. Özellikle, Orwel’ın “1984” romanının öncüsü olduğu ve totaliter rejim tehlikesine çok önceden dikkat çektiği söylenir. Romanda “ben” “biz” de erimiştir. Duvarlar saydam camdır. Her şey göz önündedir. “Ben” yoktur, “ben”i ifade eden bir şey de yoktur. İnsanlar birer numarayla ifade edilirler. Yukarıda anlatmaya çalıştığım günümüz insanının kendisini şeffaflaştırma istekliliğini düşünürsek, Zamyatin’in korkularını anlamak bizim için, günlüğünü internette “blog” sayfalarında bütün insanların önünde yazan bireyi anlamak da Zamyatin için zor olacak.Annem derdi ki: “Korkan göze çöp düşer”. Distopyalara topluca bakınca annemin söylediğinin doğru olduğunu anlıyorum. Distopyalar bizi korkutmuş ve korktuklarımız gerçek olmuş. Gözümüze çöp düşmüş.

ymb

1 yorum:

Adsız dedi ki...

KORKU ÜTOPYALARI İLE İLGİLİ BİR ARAŞTIRMA YAPARKEN SIZIN BU YAZINIZA RASTLADIM.. DEĞİŞİK Bİ USLUPLA ÇOK SEY ANLATMIS ASLINDA.. TBR EDERİM