14 Ocak 2011 Cuma

Yeni Dünyaya Post Geldiniz !


Aynılaştırılmış Post-Konformist/Post-İtaatkar Bireylerin Trajedisi


Topuklu ayakkabıların göz alıcı başarısının nedeninden, yıllık kedi ve köpek maması giderinin tüm dünyanın sağlık ve yiyecek hizmetleri için harcanması gereken miktardan yedi milyar dolar fazla olmasının mantığına kadar hepsini anlamak için sizinle insanlık tarihinin kekremsi masalı üzerine konuşmak istiyorum.
Başta insan yalnızdı ve nasıl var olabileceğini düşündü. Kendi var oluşunu hatırlamadığından, bunu kendisinin başlatmış olamayacağı fikrine vardı. Bu karanlık dönemi aydınlatacak bir otorite yarattı ve adına “Tanrı” dedi. Rahat bir nefes alarak gökyüzünden yeryüzüne döndü ve üretmeye devam etti. Kimisi buğday üretti, kimisi bizon devirdi ama çeşitlilik tüm hızıyla üredi ve takas başladı. Gel gelelim on sepet buğday altmış dörtte elli iki bizona denk gelince, bizonu paylaştıramayan adam, günümüzde ağaç israfından başka bir şey olmayan bir sistem kurdu ve elden ele geçen madenlere “para” adını verdi. Kapitalizm ruhunun doğuşu, tam da bu tarihe rastladı(!). “Daha fazla daha fazla” diyenlerin bulunduğu yerkürede doymak bilmeyen bu ağızları emziren köleler hep olacaktı.
Geleneksel toplumun üzerine tıkır tıkır çalışan koca bir duvar saati gibi oturan modernizm, yeni köleler yarattı. Ama bu köleler, ellerinde orakları ve ince tunikleriyle kar kış demeden çalıştırılan köylülere benzemiyorlardı. Bu modern ordunun haftada bir defa et yiyebilmesi ya da soğuktan koruyacak bir mont alabilmesi -ya da en azından nefes alabilmesi için- günde yirmi altı saat çalışması gerekiyordu. Kaç saat çalıştığına bakmak için elini cebine atıp bir saat çıkarmak bile düzeni bozacağından baygın düşesiye kadar çalışıyordu çağdaş kölemiz. Çünkü düzen, bu kusursuz saatin en önemli parçası, zembereğiydi.
Teknoloji devrimiyle beraber insanlaşmış makineler ve makineleşmiş insanlar boy göstermeye başladı. İnsan gücüne gerek duymadan kat kat daha az zamanda üretilen malların maliyeti düşünce, “Bu kadar malı nerede satacağım?” diye kara kara düşünenlerin Birinci Dünya Savaşı başladı. Ardından patlak veren İkinci Dünya Savaşı Aydınlanma'nın hoşgörü, eşitlik, özgürlük gibi değerlerini sarsınca (hem de bu tüm bu savaşların nedeni teknolojiyi ve bilimi koşturan Aydınlanma'nın kendisini bitirmesi(Aydınlanma'nın Diyalektiği)) hayalkırıklığına uğramış küskün bireyler tüm üst-anlatıları ve değerleri reddederek postmodernizmin yepyeni evine konuk edildiler. Modernizmin dışarıda yankılanan acı dolu çığlıklarından yeterince bıktırılmış olan modern ötesi birey, mutlu gerçeklikler peşine düşürülünce evin televizyonu aniden açıldı. Karartılmış odadaki tek ışık kaynağı olan televizyon, savaşlardan, iklim değişikliklerinden, açlıklardan, hatta anayasa değişikliklerinden bahsetmek yerine heyecan dolu yarışma programlarını, aşk fırtınasında benliği unutturacak pembe dizileri, “reality show”lar ve nicelerini göstermeye başladı. Sütten ağzı yanan postmodern birey yoğurdu doğal olarak yemeyeceğinden evin dışındaki soğuk gerçeklikle uzlaşmak yerine hipergerçekliğin sıcak kucağına oturtuldu.
İşte size hipergerçeklik ve metalaşmanın gündelik yaşamdan bir örneği: TV'nin gösterdiği filmlerde kırmızı dudaklı, uzun topuklularıyla kedi gibi yürüyen kadınlar arzulanıyordu ve son model arabası olan erkek bir de “deneyince pişman olmayacağınız” tıraş losyonundan kullanınca kariyerinde zirveye yükseliyor ve okul çıkışı hamburger yiyip eve döndükten sonra büyük salonlarında oyun konsoluna dalmış çocuklarını izleyebileceği kırmızı dudaklı bir eşi oluyordu(Popüler kültür kadını bir zevk aletine dönüştürdü, edilgen kıldı, alınıp satılabilen bir meta haline getirdi). Böylece imgeler, gerçekliğin önüne çoktan geçmiş bulunuyordu. İnsanlar, fiziksel ihtiyaçlarını karşılamak için mallar ya da hizmetler değil, reklamları, ruhsal açıdan tatmin olacakları hayatları satın alıyorlardı. “Bir iletişim ağı şu saniyede en yakın arkadaşınızın neyle meşgul olduğunu söyleyecek olsa, neden onu kullanmayasınız?” “Saçlarınızı fönleyince daha çekici göründüğünüzün henüz farkına varmadınız mı?”,”Şu markayı giymeden spor yapmış sayılmazsınız bile!”,”O marka çamaşır makinesi hayatınızın yüzde yirmisinden tasarruf yapar!”... Tüm bu hengameye dalan insan, bu “zevkleri” satın almak için çalıştığı sürenin hayatının üç-dört katı olduğunun farkına varamayacak kadar mutluydu. “Özgürlük bu,” diyerek mutluluktan ağlıyordu postmodern insan, “Sonunda!”

Odanın içinde son kreasyon takıları ve giyecekleri, boyalı yüzleri ve kaslı vücutlarıyla birbirinin tıpatıp aynısı olan fakat karanlıkta pek de gözükmeyen bireyler oturuyordu. Şimdi en büyük dert en parlak şeyi almak ve daha çok parlamaktı. Kimliklerini çoktan kaybetmiş ve kendilerini üzerilerinde taşıdıklarıyla tanıtan/değerlendiren bireyler,, en iyi olmak için yine kapitalistin elini eteğini öpüyordu ve kapitalist de daha fazla veriyordu, eğer yeterince satış olmazsa en parıltılı reklamları oynatıyordu. Özgürlüğe aç bireylerden nasıl bir uyum ve itaat toplumu yarattığını ellerini ovuştura ovuştura izliyordu.

Takım elbiselerini çekip yüzlerini kendi elleriyle zımparalamış insanların bulunduğu fotoğraf karesinde, kendimizi hala bulabiliyor olduğumuz dileğiyle...

Ece Çavuş

Hiç yorum yok: